26 Temmuz 2009 Pazar

Edebiyatımızın Ölmezlerinden - Yahya Kemal Beyatlı (1884-1958)


2 Aralık 1884 te Üsküp te doğdu. 1 Kasım 1958 de İstanbulda öldü. Asıl ismi Ahmet Agah tır.Üsküp Belediye Başkanı Nişli İbrahim Naci Beyin oğlu Annesi Nakiye Hanım ise Şair Lefkoşalı Galibin yeğenidir. Çocukluk yılları Üsküpteki Şiirlerine de yansıyan Rakofça Çiftliğinde geçti. İlköğrenimini Özel Mekteb-i Edep te tamamladı. 1892 de Üsküp İdadisine girdi. Biryandan da İshak Bey Camii Medresesinde Arapça ve Farsca dersleri aldı. 1897 de Ailesi Selanik'e taşındı. Annesinin ölmesi Babasının tekrar evlenmesi yüzünden Aile içinde çıkan sorunlar nedeniyle Üsküp e döndü. Tekrar Selanik e gönderildi. 1902 de İstanbul a geldi. Vefa İdadisine ( Lise ) devam etti. Jöntürk olmak hevesiyle 1903 te Parise kaçtı. Bir yıl kadar Meaux Okuluna devam edip, Fransızca bilgisini geliştirdi.


1904 te Siyasi Bilgiler Yüksek Okuluna girdi. Jöntürklerle ilişki kurdu. Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet, Samipaşa Sezai Prens Şahabettin gibi dönemin ünlü kişilerini tanıdı. Şefik Hüsnü,Abdülhak Şinasi Hisarla arkadaşlık kurdu.1912 de İstanbula döndü. 1913 te Darüşşafaka da Edebiyat öğretmenliği yaptı.Medrestül-Vaizinde uygarlık tarihi dersi verdi. Mütarekeden sonra Ati, İleri, Tevhid-i Efkar, Hakimiyet-i Milliye Dergilerinde yazılar yazdı. Arkadaşlarıyla Dergah Dergisini kurdu. Yazılarıyla Milli Mücadeleyi destekledi.1922 de Barış anlaşması için Lozan a giden kurulda danışman olarak yer aldı. 1923 te Urfa Milletvekili oldu. Cumhuriyetin kurulmasından sonra Varşova ve Madrit te Ortaelçi olarak görevlendirildi.Daha sonra sırasıyla Yozgat,Tekirdağ, 1943-1946 dada İstanbul Milletvekili oldu. Halkevleri Sanat Danışmanlığı yaptı. 1949 da Pakistan Büyükelçisi iken emekli oldu. Yaşamının son yıllarını İstanbul da Park
otelde geçirdi. Tutulduğu müzmin barsak kanamasının tedavisi için 1957 de Paris e gitti.Bir yıl sonra Cerrahpaşa Hastahanesinde aynı hastalık nedeniyle öldü.


Selanik yıllarında Esrar takma adıyla şiir yazmaya başladı.İstanbul da Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettinin şiirleriyle tanıştı. İrtika ve Malümat Dergilerinde Agah Kemal takma adıyla Servet-i Fünunu destekleyen şiirler yazdı. Pariste Fransız simgecilerinin şiirlerine yakınlık duydu. Fransız şiirleriyle kurduğu yakınlık Türk şiirine farklı bir açıyla bakmasınısağladı.1918 de Yenimecmuada yayınlanan ürünleriyle büyük ilgi uyandırdı. Daha sonra Edebi Mecmua,
Şair,Büyükmecmua, Şair Nedim, Yarın, İnci, Dergah gibi Dergilerdeki şiirleriyle kendini yol gösterici olarak kabul ettirdi. Ölümünden sonra yayınlanan eserleri iki bölüm halinde değerlendirilir.Kendi gökkubbemiz ve Eski şiirin Rüzgarıyla, Bu iki eser Yahya Kemalin Başyapıtlarını biraraya getirir. Eski Şiirin Rüzgarıyla daki şiirlerden Açık Deniz, Itri, Erenköyde Bahar, Nazar, Ses, Çin kasesi,Deniz Türküsü,Şairin çok özel ürünleridir. Daha çok Nedim den yola çıktığı bu şiirlerde günlük yaşamın parıltısını elden çıkardığı,dekadan bir girişimin aşırı incelikleri ve dil yabancılaşmasıyla bir tür resim sanatına yöneldiği görülür.


Kendi Gökkubbemizdeki şiirlerde ise temelde bir aşkı,ve İstanbul Şairi olarak görülür. Vuslat Şiiriyle erotik temaları örselemeden şiire getirir. Bir yandan da tarih tutusuyla dinci ve Milliyetci bir görünüm kazanmaya başlar.Süleymaniyede Bayram sabahı, Ziyaret, Atik Valideden inen sokakta,gibi şiirleri bu durumun örnekleridir. Düzyazıları Peyam Gazetesinde yayımlanan yazılarıyla Çamlar altında sohbetlerden oluşur.Bu yazılardan bazıları Süleyman Sadi,yasa S.S imzası taşır. Ayrıca Büyük Mecmua ve Dergahta söyleşiler yaptı. Eleştiriler yazdı. Bunları Hakimiyet-i Milliye Gazetesinde sürdürdü. Bitmemiş şiirlerinin bir bölümü 1976 da Bitmemiş şiirler adıyla yayınlandı.Büyük Şairin Meşhur eserlerinden seçtiğim bir demeti sunuyorum. Rahmeti bol yattığı yer cennet olsun.



SONBAHAR
Fani ölüm biter,Bir uzun Sonbahar olur
Yaprak,çiçek ve kuş dağılır,tarumar olur
Mevsim boyunca kendini hissettirir veda
Artık bu dağlarda uğuldar Deniz ve Dağ
Yazdan kalan ne varsa,olurken haşır neşir
Günler hazinleşir,Geceler uhrevileşir
Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere
Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere
Dünyanın ufku gözler gittikçe tor olur
Hergün sürüklenip yaşamak ruha bar olur
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükutunu
Birbaşka musikiye geçiş farzeder bunu
Teslim olunca va-desi gelmiş zevaline
Benzer cihane gelmeden evvelki haline
Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya
Ruh öyle yollanır uyanmaz bir uykuya
Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı
Fak etmez Anne-Toprak ölüm maceramızı

VİRANBAĞ
Adalardan yana ettik de veda
Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ
Seni hatırlıyoruz Viranbağ
Yine bir sofrada şen şakraktık
Gün denizlerde sönerken baktık
Ve çobanlar gibi dallar yaktık
Biz şen, onlarsa muammalıydı
Birinin sözleri imalıydı
Birinin gözleri hummalıydı
Acı duymuş diye aşkın tadını
Hepimiz sevdik o solgun kadını
Ve o gün rahibe koyduk adını
Uyuduk kırda,gezindik dağda
O yazın,ah o engin çağda
Geçti en son gün Viranbağ'da

AKŞAM MUSİKİSİ
Kandilli de eski bahçelerde
Akşam kapanınca perde perde
Bir hatıra zevki var kederde
Artık ne gelen,ne beklenen var
Tenha yolun ortasında rüzgar
Teşrin yapraklarıyla oynar
Gittikçe derinleşir saatler
Rikkatle,yavaş yavaş ve yer yer
Sessizlik daima ilerler
Ürperme verir hayale sık sık
Herbir kapıdan giren karanlık
Çok belli ayak sesinden artık
Gözlerden uzaklaşınca dünya
Binbir geceden birinde güya
Başlar rü'ya içinde rü'ya

AŞK HİKAYESİ
Ah o akşam o trenden gülüşün
O gülüş kalbime aksettiği an
Duymadım ilk ateşin düştüğünü
Şavka benzer bir ışık zannettim
Macera başlamak üzereymiş o gün
Sürecekmiş bu ateş yıllarca
Bir taraftan yakacak,mor dağlar
Bir taraftan da deniz,şuh adalar
Ogün ömrümde keder
Gerçek aşkı resimleştirmiş
Bu güzel çerçevede
Yine dün geçtim o yoldan
Aynı raylarda trenler geçiyor
Karşı dağlar,hep o dağlar
Kıyı hep aynı kıyı
Ve deniz aynı deniz
Ogülüşten bir eser yok yalnız
O güzel çerçeve bomboş
Belki kalbim daha boş




ÖZLEYEN
Gönlümde oturdum da hüzünlendim o yerde
Sen nerdesin,ey sevgili,yaz günleri nerde
Dağlar ağarırken konuşmuştuk tepelerde
Sen nerede o fecrin ağaran dağları nerde
Akşam,Güneş artık deniz ufkunda silindi
Hülya gibi yalnız gezinenler köye indi
Ben kaldım,uzaklarda günün sesleri dindi
Gönlümde,hayalet gibi,ben kaldım o yerde

BİR YILDIZ AKTI
Bir yıldız aktı,gök ve deniz sarmaşır gibi
Vuslatta ilk öpüşmeyi andırdı ansızın
Birden kamaştı gözlerimiz,baktık engine
Hülyalı mavilikte bu ani parıldayış
Tek bir dakika sürmedi,kayboldu sır gibi
Sandık ki uçtu gitti,bir altın kanatlı kuş
Bir yıldızın zevalini gördükce böylece
Yarab,dedik nedir bu muamması hilkatin ?
Fanilik ortasında yüzen sade-dil beşer
Herhangi bir şekilde umar bir bakaa buluş

EYLÜL SONU
Günler kısaldı,Kanlıcanın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen Sonbaharları
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa
Yazlar yavaşça bitmese,günler kısalmasa
İçtik bu nadir içkiyi yıllarca kanmadık
Bor böyle zevkte tek bir ömür yetmiyor yazık
Ölmek kaderde var bize ürküntü vermiyor
Lakin vatandan ayrılışın ızdırabı zor
Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sahile
Bitmez bir özleyiştir, ölümden bile beter

GECE
Kandilli yüzerken uykularda
Mehtabı sürükledik sularda
Bir yoldu parıldayan,gümüşten
Gittik--Bahs açmadık dönüşten
Hülya tepeler, hayal ağaçlar
Durgun suda dinlenen yamaçlar
Mevsim sonu öyle bir zaman ki
Gaaip bir musikiydi sanki
Gitmiş kaybolmuşuz uzakta
Rü'ya sona ermeden şafakta



BAHÇELERDEN UZAK
İstemem artık ışık,rayiha renk alemini
Koklamam yosma karanfille,güzel yasemini
Beni bir lahza müsait bulamaz idlale
Ne beyaz bakire zambak,ne ateşten lale
Beklemem fecrini leylaklar açan nisan ın
Özlemem vaktini dağ gibi kızaran erguvanın
Her sabah başka bahar olsada ben uslandım
Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım

BİR BAHAR AKŞAMI
Bir bahar akşamı rastladım size
Sevinçli bir telaş içindeydiniz
Derinden bakınca gözlerinize
Neden başınızı öne eğdiniz
İçimde uyanan eski bir arzu
Dedi ki yıllardır aradığın işte bu
Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önceleri neredeydiniz ?

BİR BAŞKA TEPEDEN
Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul
Görmedim, gezmediğim,sevmediğim hiçbir yer
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Nice revnaklı şehirler görünür dünyada
Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan
Yaşamıştır derim,en hoş ve en uzun rüyada
Sende çok yıl yaşıyan,sende ölen,sende yatan

AKINCI
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı ilerle
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan
Birgün yine doludizgin boşalan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de
Hala o kızıl hatıra titrer gözümüzde
Bin atlı Akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik




SESSİZ GEMİ
Artık demir almak günü gelmişse zamandan
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli
Biçare gönüller ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler
Birçok gidenin herbiri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti,dönen yok seferinden

RİNDLERİN AKŞAMI
Dönülmez akşamın ufkundayız,vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm,nasıl geçersen geç
Cihana birdaha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz öyle bir teselliyle
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasından güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlıyacak bitmeyen sükunlu gece
Guruba karşı bu son bahçelerde,keyfince
Ya şevk içinde harab ol ya aşk içinde gönül
Ya lale açmalıdır,göğsümüzde yahut gül

RİNDLERİN ÖLÜMÜ
Hafızın kabri olan bahçede bir gül varmış
Yeniden hergün açarmış kanayan rengiyle
Gece Bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde
Gönlü heryerde buhurdan gibi yıllarca tüter
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, Her gece bülbül öter

ENDÜLÜSTE RAKS
Zil,şal ve gül bu bahçede raksın bütün hızı
Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı
Aşkın şiirli şarkısı, yüzlerce dildedir
İspanya neşesiyle bu akşam bu zildedir
Yelpaze çevrilir gibi birden dönüşleri
İşveyle devriliş, örtünüşleri
Her rengi istemez,gözümüz şimdi aldadır
İspanya dalga dalga bu akşam şaldadır
Alnında halka halkadır Aşufte kakülü
Güğsünde yosma gırnatanın en güzel gülü
Altın kadeh her elde,güneş her gönüldedir
İspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir
Raks ortasında bir durup oynar, yürür gibi
Bir baş çevirmesiyle bakar öldürür gibi
Gül tenli,kor dudaklı,kömür gözlü sürmeli
Şeytan diyor ki,sarmalı,yüz kere öpmeli
Gözler kamaştıran şala,meftun eden güle
Her kalbi dolduran zile,Her sineden (oley)

21 Temmuz 2009 Salı

Türkiye'de Arkeolojinin Doğuşu - Osman Hamdi Bey (1842-1910)

Osman Hamdi Bey Batı terbiyesiyle yetişmiş ancak içinde bulunduğu kültürden uzaklaşmadan bunu yansıtabilmiş dönemin en önemli Ressamlarından biridir. Sanat alanında tanınmasının yanında Arkeoloji alanındada birçok çalışmaya katılmış hatta Türkiye sınırları içinde ilk Türk Müzesinin kurucusu olmuştur.Babası İbrahim Edhem Bey Osmanlı Devletinde eğitim için Avrupaya gönderilen ilk dört gençten biriydi.II.Mahmud zamanında Sakız Adasında çıkan bir isyanda esir alınarak İstanbula getirilen Babası Kaptan-ı Derya Hüsrev Paşaya köle olarak satılmıştı.1829 yılında Sultanın izni ile Avrupaya eğitime gönderildi. Türkiyeye döndükten sonra 1877 yılında Sadrazamlığa yükseldi.


Osman Hamdi Bey eğitimli bir ailenin çocuğu olarak 1842 yılında İstanbul Kanatlarımın Altında doğdu.İlkokul eğitimini Beşiktaşta bir okulda alan Osman Hamdi 1856 da Mekteb-i Maarif-i Adliyeye devam etti. 1857 yılında 15 yaşında iken Hukuk eğitimi alması için Babası tarafından Paris e gönderildi ve burada 12 yıl kaldı. Pariste iken aralarında ünlü Ressam Jean Leon Gerome' unda bulunduğu Atölyelerde çalışma fırsatı buldu. 22 yaşındayken Pariste tanıştığı Marie adlı bir kızla evlendi.Ve 10 sene evli kaldılar. Bu evlilikten iki tane kızları olmuştu. 1869 yılında İstanbula döndüğünde Bağdat ili yabancı işler Müdürlüğüne getirildi. Ardından 1871 de Saray Protokol Müdür yardımcılığına atandı. 1873 de Viyana Uluslararası Sergi komiserliği görevi sırasında ikinci eşi ile evliliğini yaptı.


11 Eylül 1881 tarihinde Müze-i Hümayun da Müdürlük görevine atandı. Burada birçok reformlar yaparak batılı anlamda Müzeciliği O smanlıya getirdi. 1883 yılında kuruculuğunu üstlendiği Sanayi-i Nefise Mekteb-i Aliyenin Müdürlüğünü yaptı. Yaptığı Arkeolojik kazılar ve Ülkenin topraklarına ait kültürel değerleri sahiplenme bilinciyle çıkardığı Asar-ı Atika Nizamnamesi ile Türk Tarih ve Arkeolojisine büyük katkılarda bulundu.Yaptığı kazılar arasında Logita Tapınağı ve İskender Lahiti de bulunmaktadır. Bu büyük eserlerin sergilenmesi için 1891 yılında ilk Türk Müze Binası olan İstanbul Arkeoloji Müzesini açtı. Babasının Dahiliye Nazırı olmasından faydalınarak vilayetlere gönderilen genelgeler ile Anadolunun heryerinden eserler İstanbul da ki Müzeye gönderildi.


Müzeciliğin yanı sıra Ressam olarak da önemli eserler verdi. Resimlerinde Pariste bulunduğu dönem eğitim aldığı Gerome ve Boulanger in etkileri görülmektedir.Türk resminde ilk kez figürlü kompozisyonları kullanan Ressamdı. Eserlerinde ayrıca Oryantalizm etkileri de görülmektedir.Kadın temasını sıklıkla tekrar etmiştir.En ünlü yapıtları ise Kaplumbağa Terbiyecisi (1906) ve Silah Taciri (1908) dir.Kaplumbağa Terbiyecisi adlı resimde Lale Devrine ve Sadabat eğlencelerine dair ipuçları bulunmaktadır.1884 yılında Gebze-Eskihisar köyündeki köşke karısı Nebile Hanım,Oğlu ve kızını da alarak yerleşti.Aile yakınları başta olmak üzere birçok insanın da portre çalışmalarını bu dönemde yaptı. Bugün bu köşk Osman Hamdi Bey Müzesi olarak hizmet vermektedir.24 Şubat 1910 da İstanbul Kanatlarımın Altında Kuruçeşmede vefat eden Osman Hamdi Beyin Mezarı Çinili köşkte bulunmaktadır.


Osman Hamdi Bey Türk Resim Sanatının her döneminde gündemdeki yerini korumuş bir kimlik ancak ölümünden bu yana (167) yıl geçmesine karşın Tanzimatın ilanından üç yıl sonra doğan, II. Meşrutiyetin ilanından iki yıl sonra vefat eden bu önemli kültür adamımızın yapıtları üzerine analitik bir çözümlemeye rastlayamamaktayız.Türk Resim Sanatının önemli örneklerini (okuma) amaçlı yaklaşmamız ve Hamdi Beyin yapıtının bütününü irdeleme denemesinin gereğine inanmalıyız.Sanayileşen Batının Doğuyu sömürgeleştirmesinin Resim Sanatına yansıması olan (Oryantalizm) akımının son yıllarında 1860-1869 döneminde Pariste Gerome'un öğrencisi olan Osman Hamdi Beyin Ülkesine döndükten sonra gerçekleştirdiği yapıtlarda Doğu ile Batının,İnanç ile aşkın,yaşam ile ölümün ikileminin izleri sürülebilir.Onun yaşamının ve Sanatının bir başka belirleyici olgusu,yeni gelişen (Arkeoloji) biliminin Ortadoğudaki en önemli etkinliklerinden birisinin yaratıcısı olmasıdır.İstanbul Arkeoloji Müzesinin Kuruculuğu ve 30 yıla yaklaşan bir süre onun Müdürlüğü ve sayısız önemli kazının yönetimi gibi binlerce yıllık sanat yapıtlarının korunması için harcadığı çabalar,Ressamın yaşamın anlamı ve gelip geçiciliğin hüznünün onun içine işlemesinde etkin olmuştur.


Hamdi Beyin iç mekanda ve dış mekanda kurgulanmış resimlerinin önemli bölümünde arka plan
ve kompozisyonun ana kurgusunu mimari ögeler oluşturur. Kendi çektiği ve çektirdiği fotoğraflardan Resimlerinin kompozisyonlarının kurgusunu oluşturan Ressamın bu yapı içerisine figürlerini ve yeğlediği eşyaları yerleştirdiğini görmekteyiz.Osman Hamdi Beyin yapıtlarında kullandığı insan tipleri (Modelleri) kendisi ,(Ressam bir tablosunda 3 tane figürde de kendisini kullanmıştır). Başka önemli yapıtlardada model hep kendisidir.Karısı (Hamdi Beyin önemli yapıtlarında kendisinden sonra kullandığı en önemli modeli eşi Naile Hanımdır. Ailesi, (Çocuklarının,yakın Akrabalarının küçük boyutlu portreleri) Aile çevresindeki ev halkı, (Balikcısı,Kokona Despina vs.)


Ve Osman Hamdi Beyin Resimlerinde tekrar tekrar kullandığı nesneleri şöyle sınıflandırabiliriz.
Kandiller, Rahleler, Kuran muhafazaları, kitaplar, şamdanlar, Halılar ve İşlemeli örtüler, Silahlar
(Tüfek, kılıç vs.) Ayakkabılar, Hat Levhaları,Musiki Aletleri, Tente ve Şemsiyeler, Köpekler ve kuşlar,Lahitler , Buhurdanlıklar, ve Buhur Dumanı, Çiçekler ve Vazolardır.Kaplumbağa Terbiyecisi tablosu Osman Hamdi nin en ilgi çeken ve özgün eserlerinden birisidir.1906 tarihi eser özellikle Lale Devrindeki Sadabat eğlencelerinde geceleri Bahçelerin aydınlatılması
için kaplumbağaların sırtlarına mumlar dikilerek serbest bırakıldıkları bilgisi bir ipucu olabilir. Yani Osmanlının Devlet Düzeninde kaplumbağalarda kapıkulları arasında yer almışlardır.Bu arada birkaç Osmanlı Kurumunun (Sanay-i Nefise, Asar-ı Atika Müzesi, Düyun-u Umumiye vs) en üst düzeyinde yönetici olan Hamdi Beyin kendi iş yapma alışkanlığı tarzı ile astlarının yaklaşımlarına ilişkin bir allegori akla gelmektedir. Osman Hamdinin kendisi olan ( Terbiyeci ) elinde neyi boynunda maşası sırtında (Keşkül-ü Fıkarası) Dervişhane bir tevekkülü akla getirmektedir) Hafif öne eğilmiş olarak yapraklarını yiyen üç kaplumbağaya nezaret etmektedir. Arkada kalan iki kaplumbağa ise yemeğe yanaşmaya çalışmaktadır.


Ve son olarak 19 ncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Türk Resmi kendini yavaş yavaş fotoğrafı
andıran manzara resimlerinden kopmaya başlar.Batıda eğitim almış Osman Hamdi Bey ve Şeker
Ahmet Paşa Türk Resminin modernleşme adımlarını atarlar.Kaplumbağa Terbiyecisiyle Türk resminin en iyi örneklerinden birini veren Osman Hamdiyi Şeker Ahmet Paşanın plastik ve geometrik dengesi yüksek tablolar izler.Onların bıraktığı yerden devam eden yeni Sanatçılar 1914 kuşağı D-Gurubu, Müstakiller yada yeniler adı altında Türk Resmini ileriye götürürler.


Osman Hamdi Beyin önemli eserleri, Kahve Ocağı (1879) Haremden (1880) İki Müzisyen Kız
(1880) Kuran Okuyan Kız (1880) Çarşaflanan Kadınlar (1880) Vazo yerleştiren Kız (1881) Gebze
den Manzara (1881) Çekik gözlüKız -Tevfika (1882) Türbe ziyaretinde iki genç kız (1890) Feraceli Kadınlar (1904) Pembe Başlıklı kız (1904) Kaplumbağa Terbiyecisi (1906) Mimozalı Kadın(1906)Şehzade Türbesinde Derviş (1908) Silah Taciri (1908) Beyaz Entarili kız (1908) Sarı Kurdeleli kız (1909)

3 Temmuz 2009 Cuma

Edebiyatımızın Ölmezlerinden - Cahit Sıtkı Tarancı (1910-1956)


Cahit Sıtkı Tarancı İlkokulu Diyarbakır da bitirdikten sonra Galatasaray Lisesinde okumaya
başlaması çok bilgili görgülü, irfan sahibi Laik öğretmenler elinde yetişmesi bir şanstır.Fransızcayı öğrendiğinden Baudelaire, Rimbaud, Mallarmeyi tanıdı.Çözümledi, Mülkiye öğrenimini Türkiye ve Paris te yaptı. 1946 da CHP Şiir ödülünde birincilik aldı. Dağlarca ve Atila İlhan ilk üçe giren diğer şairlerdi.Cahit Sıtkı Tarancı Galatasaray Lisesini bitirdikten bir süre Mülkiye Mektebini okuduktan sonra öğrenim görmek için Paris e gitti. İkinci Dünya Savaşının çıkması üzerine Okulunu tamamlayamadan yurda döndü. Ankara da tercüman olarak çalıştı. Genç yaşında ağır bir hastalığa yakalandı. 1956 yılında tedavi için Avrupaya götürüldü, fakat iyileşemedi. Aynı yıl Viyana da öldü.



Tarancı ilk yazdığı şiirlerde Peyami Safa, Necip Fazıl, Ahmet Muhip Dranas ın etkisinde
kaldıysa da 1940 dan sonra yeni şiir akımlarına katıldı. Sanat için sanat ilkesine bağlı kaldı.
ve biçim ile lirizme olan tutkusunu sürdürdü. Şiirde felsefi temalardan,kapalı ve karmaşık mecazlardan kaçınarak gündelik hayatı anlık sevinç ve tasaları Aşkı, Ölümü işledi. Ölüm temasını
yaygın olarak bütün şiirlerinde görülmektedir.Dini inançları ve Tasavvufa eğilimi olmadığından
üstelik bir kader olarak kabullenemediğinden ölüm düşüncesiyle hiçbir zaman barışamadı.Bu
düşünce hayatı boyunca zihnini kurcaladı.Şiirlerinde çoğunlukla kendisini anlattı.Karamsarlığını,kuruntularını, iç sıkıntılarını,korkularını, özlemlerini dile getirdiği (35 yaş) şaire 1946 yılında CHP Şiir yarışmasında birincilik kazandırarak ünlü bir sanatçı olmasını sağladı.Hece ile yazan Cahit Sıtkı ölçü ve kafiyeye bağlı kaldı. Bu konuda ön yargılı olmayarak serbest şiiri de beğendiğini sık sık vurguladı.


Şiirinde uzun cümlelerden kaçınarak anlamı tek mısrada vermeye çalıştı. Zaman zaman sembollere baş vurdu. uzak çağrışımlar ve hayal oyunlarını kullandı.Mecazlarda gerçeğe bağlı kaldı. Halk deyimlereine şiirinde sıkca yer verdi. Bu özellikleriyle Cumhuriyet dönemindeki yeni şiir anlayışını hazırlayan şairlerden biri oldu.Ölümünden sonra yayınlanan eserleri Ömrümde Sükut (1933) Otuzbeş yaş (1946) Düşten güzel (1952) Sonrası (1957) çeşitli gazetelerde tefrika edilen hikayeleri 1976 yılında yayınlandı. Ayrıca Mektupları da Ziya ya Mektuplar (1957) adıyla kitaplaştırıldı.Ölmez Edebiyatçılarımızdan Büyük Şairin seçmiş olduğumuz eserlerinden bazılarını satırlarımıza alarak, onu birkere daha anarak ruhunu şad edelim, Sizler bugün aramızda yoksunuz ama isminiz ve eserleriniz en taze bir şekilde sonsuza dek yaşayacaktır.



ABBAS
Haydi Abbas, Vakit tamam
Akşam diyordun işte oldu Akşam
Kur bakalım çilingir soframızı
Dinsin artık bu kalb ağrısı
Şu ağacın gölgesinde olsun
Tam kenarında Havuzun
Aya haber sal çıksın bu gece
Görünsün şöyle gönlümce
Bas kırbacı sihirli seccadeye
ve zamana
Katıp tozu dumana
Var git
Böyle ferman etti Cahit
Al getir ilk sevgiliyi beşiktaş tan
Yaşamak istiyorum gençliğimi yeni baştan

KARASEVDA
Bir kere sevdaya tutulmaya gör
Ateşlere yandığının resmidir
Aşk dediğin,mennu misali kor
Ne bilsin Alemde,ne mevsimidir
Dünya bir yana, o hayal bir yana
Bir meşaledir, pervaneyim ona
Altında bir ömür döne dolana
Ağladığım yer penceresi midir ?
Bir köşeye mahzun çekilen için
Yemekten içmekten kesilen için
Sessiz uykuyu haram bilen için
Ayrılık ölümün diğer ismidir

BEN ÖLECEK ADAM DEĞİLİM
Kapımı çalma ölüm
Açmam
Ben ölecek Adam değilim
Alıştım bir kere gökyüzüne
Bunca yıllık yoldaşımdır Bulutlar
Sıkılırım
Kuşlar cıvıldamasa dallarında
Yemişlerine doyamadığım ağaçların
Yağmur mu yağıyor
Güneş mi var
Farketmeliyim
Baktığım penceremden
Deniz görülmeli çıksam Balkona
Tamamlamalı manzarayı
Karlı dağlarla,sürülmüş tarlalar
Ekmekten olamam doğrusu
Nimet Bildiğim
Sudan geçemem
Tuzludur teneffüs ettiğim hava
Ya nasıl dururum olduğum yerde
Öyle upuzun yatmış
İki elim yanıma getirilmiş
Hareketsiz
Süküta ram olmuş
Sanki devrilmiş bir heykel
Ellerim ne der sonra bana ?
Soğumuş kalbime ne cevap veririm ?
Utanmazmıyım ayaklarımdan
Kalkmalıyım
Dolaşmalıyım
Sokaklarda, Parklarda
El sallamalıyım
Giden trenlere
Kalkan vapurlara
Bilmeliyim
Gölgelerin boyundan
Saatin kaç olduğunu
Islık çalmalıyım
Türkü söylemeliyim
Yol boyunca
Keyfimden ya hüznümden
Geçmiş günleri hatırlamalıyım
Dalıp dalıp Akarsuya
Hayaller kurmalıyım
Güzel geleceğe dair
Yanımdan geçenler olmalı
Selam almalıyım
Robensonu düşünmeliyim
Garipliğini
Şükretmeliyim
İnsanlar arasında olduğuma
Nedir ki eninde sonunda ölüm ?
Ayrı düşmek değil mi Aşinalardan
Kapımı çalıp durma ölüm
Açmam
Ben ölecek Adam değilim



GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN
Ne doğan güne hükmüm geçer
Ne halden anlayan bulunur
Ah aklımdan ölümüm geçer
Sonra bir kuş,bu bahçe,bu nur
Ve gönül Tanrısına der ki
-Pervam yok verdiğin elemden
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin Penceremden

İMKANSIZ DOSTLUK

Değil kardeşim,dal yeşil değil,gök mavi değil
Bilsen ben hangi alemdeyim,sen hangi alemde
Aklından geçer mi dersin,Aklımdan geçen şeylere ?
Sanmam,yıldız ve rüzgar payımıs müsavi değil
Sen kendi gecende gidersin,ben kendi gecemde
Vazgeç kardeşim,ayrıdır bindiğimiz gemiler

BİR BAYRAM YEMEĞİ
Korkarım felekte bir gün
Bir bayram yemeğinde
Anam,Babam gibi kardeşlerimle
En güzel dalgınlığında ömrün
Beni gurbette sanıp
Keşke gelseydi bu bayram
Diyecekler
Ve birdenbire yürekler
Aynı acıyla yanıp
Hepsinin gözleri yaşaracak
Öldüğümü hatırlayarak

SENDE HERŞEY GİBİ
Sende herşey gibi,yakınımda iken
Sende oluyorsun gözlerimde diken
Git git benden uzak,uzak biryere git
Ne olur,içimde herzaman bir ümit
Her uzak şey gibiöyle yalnız hayal
Yalnız Rahiya,Renk, şarkı halinde kal



NEDEN SONRA
Neden sonra farkına varıyorsun
Etrafındaki korkunç ıssızlığın
Yar olsun,dost olsun,ne arıyorsun
Adresi belli mi vefasızlığın ?
Aşk,dostluk hepsi dökülür yapraklar
Çıplak bir ağaç durgun suda aksin
Yalnızlık dediğin hayatta başlar
Kabir boyunca devam etmek için

BİRDE BAKMIŞIM Kİ ÖLMÜŞÜM
Birde bakmışım ki ölmüşüm
Dünya sönmüş başucumda
Bir türlü gözümden gitmez
Ne gurbetlere düşmüşüm
İsterdim ki avuçlarımda
Kimse halim sual etmez
Sorma nelerden olmuşum
Nelere etmişim veda
Böceklere gücüm yetmez

SEN YOKSUN Kİ
Gün çingeneler gibi göçebeydi ufukta
Çimenler üzerinde yuvarlandığımız gün
Akarsulardı gittikçe kararan boşlukta
Sularda yüzünden yayılan tatlı bir hüzün
Göğe sessizce yükselen ay ondördündeydi
Gece Akasya dalında asılı gölgeydi
Bahtiyat başlarımız aynı penceredeydi
Hala o penceredeyim,lakin sular ölgün
Sen yoksun ki,vefasız,sularda ay görülsün

MEMLEKET İSTERİM
Memleket isterim
Gök mavi,dal yeşil,tarla sarı olsun
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun
Memleket isterim
Ne başta dert,ne gönülde hasret olsun
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun
Memleket isterim
Ne zengin fakir,ne sen ben farkı olsun
Kış günü herkesin evi barkı olsun
Memleket isterim
Yaşamak,sevmek gibi gönülden olsun
Olursa bir şikayet ölümden olsun


YAŞ OTUZBEŞ
Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün
Delikanlı çağımızdaki cevher
Yalvarmak yakarmak nafile bugün
Gözünün yaşına bakmadan gider
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var ?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz ?
Ya gözler altındaki mor halkalar
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim Aynalar
Zamanla nasıl değişiyor insan
Hangi resmime baksam ben değilim
Nerde o günler,o şevk,o heyecan
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız
Hatırası bile yabancı gelir
Hayata beraber başladığımız
Dostlatla da yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Gökyüzünün başka rengi de varmış
Geç farkettim taşın sert olduğunu
Su insanı boğar,Ateş yakarmış
Her doğan günün bir dert olduğunu
İnsan bu yaşa gelince anlarmış
Ayva sarı,nar kırmızı sonbahar
Her yıl biraz daha benimsediğim
Ne dönüp duruyor havada kuşlar
Nerden çıktı bu cenaze,ölen kim ?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar
Neylersin ölüm herkesin başında
Uyudun uyanmadın olacak
Kimbilir nerde,nasıl,kaç yaşında
Bir namazlık saltanatın olacak
Taht misali musalla taşında