20 Mayıs 2013 Pazartesi

Dreyfus Davası (1894-1906)


Dreyfus Davası 1894-1906 yıları arasında Fransız kamu oyunun ikiye bölünmesine neden olan,Hukuka aykırı siyasal bir davadır. ( Aynen bizdeki gibi ) Fransız Gizli Haber alma servisinin, çift taraflı Ajan olarak çalışan bir bayanın, Paristeki Alman Askeri Ateşesinin kağıt sepetinde yaptığı öne sürülen bir araştırmada, (Fransız Milli Savunmasına ait gizli belgelerle imzasız bir mektup bulunduğunu) açıklamasıyla başlamıştır.


Bir Fransız Binbaşı konuyu araştırmakla görevlendirilmiş ve emrine elyazısı uzmanı iki kişi görevlendirilmiştir. Bu uzmanlar mektuptaki elyazısının Dreyfusun el ürünü olduğuna dair rapor vermişlerdir. Bu imzasız kağıttaki yazının elyazısına benzerliği iddiasıyla Fransız Ordusunda Subay olan Yüzbaşı Dreyfus casuslukla ve vatana ihanetle suçlandı.1894 te Dreyfusun rütbesi söküldü ve cezaevine kondu.Genelkurmay Askeri Mahkemesinde yargılanan Dreyfus kendisine gösterilmeyen belgelere dayanılarak ömürboyu hapisle cezalandırdı ve bir adaya sürgüne gönderildi.


Ünlü Fransız yazar Emile Zola 1898 yılında Fransız Cumhurbaşkanına hitaben (Suçluyorum) başlığıyla yazdığı mektubu L'Aurore adlı gazetede yayımladı. Zola kamuoyuna açık  bu mektubunda Dreyfusu kanıt olmaksızın mahküm ettiği için Genelkurmay Askeri Mahkemesini ağır bir dille suçluyordu. Kamuoyunun baskıcı sonucu Dreyfusu suçlayan belge yeniden teşkil edilen Bilirkişi Heyetine gönderildi. ve Dreyfus davasının esasını  oluşturan,imzasız belgenin sahte olduğu ispatlandı.Bu sahte belgeyi düzenliyen Albay dayanamayıp intihar etti. Yargıtay davanın yeniden bakılmasına karar verdi.


1899 da Dreyfus Harp Divanınca yeniden yargılandı. Bu kez hafifletici sebeplerle ömür boyu hapis cezası 10 yıl hapse çevrildi. Kamuoyu baskısıyla kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. Ancak hala suçlu sayılıyordu.Fransa Devleti Dreyfusa af önerdi. Dreyfus kabul etmedi. Mahkemede aklanmak istediğini söyledi. Aydınların baskısı devam etti. 1904 te Dreyfus davasının yeniden bakılması kararlaştırıldı. ve 1906 da Fransız yargıtayı tarafından Dreyfusu Mahküm eden ilk karar iptal edildi, Dreyfus aklandı. Bütün hakları iade edildi,yeniden orduya alınarak ( Legion D'honneur ) nışanı ile ödüllendirildi. Bu davaya bakan ve Dreyfusu haksız yere mahküm eden Mahkeme heyeti, sahte belgeyi düzenleyenler Taraflı bilirkişiler ve bilerek doğruyu söylemeyenler bütün dünyada lanetlendi.
Türk Yargısının ibret alacağı büyük bir dava  (DREYFUS DAVASI )


Osmanlı'da Simit


Osmanlı'da odun ateşinde pişirilen simitlerin 22 ayar Osmanlı altını renginde olması koşulu aranırdı. İstanbul'da üretilen simitler hamurundan olsun pişirilme şeklinden olsun daha ayrıcalıklıdır. Ve pekmezli soğuk suya batırıldıktan sonra pişirilen simitin yukarıda bahsettiğimiz gibi 22 ayar Osmanlı altını gibi olması elzemdi.Simit,Yolda,Trende,Vapurda,Kahvede,Büroda ,Okulda hemen her yerde yenir.Acıkdığında imdada yetişen yegane ayaküstü besindiir.Bu anlamda İstanbulun ilk  (Fast food) u da sayılabilir.


Eski zamanlarda genelde Safranbolu ve Kastamonuların mesleği olan simitciliğin kendine özgü kuralları olduğu anlatılırdı. Bilhassa Galata,Kumkapı,Samatya ve Beylerbeyindeki fırınlar,imal ettikleri kaliteli simitlerle nam salmış.Bu kaliteli simitlerin Hamuru,Un,Su,Süt,Şeker susam ve tuzla karıştırılıp yapılır.Hamur mayalanınca parçalara ayrılıp halka biçimi verilir.daha sonrada pekmezli soğuk suya atıldıktan sonra susama batırılıp fırına verilirmiş.


İstanbul simitçilerinin daha eski Tarihlerde nasıl çalıştığını Evliya Çelebinin seyahatname eserinde,Üstadın 16 ncı yüzyılın ikinci yarısı gözlemlerinden İstanbulda simitçilerin 70 Fırında toplam 300 nefer olarak çalıştığını bunlardan kimisinin de bağlı olduğu fırınların çırakları olarak Fırın hesabına çalıştıklarını öğreniyoruz.Ancak simitçilerin bir araya gelip bir cemiyet kurmaları 10  Haziran 1910 tarihinde gerçekleşmiş Simitçiler,Ekmekci ve Börekciler adıyla kurulan cemiyetin içinde yer almışlardır.Simitin tarihi tahmini 600 yı öncesine dayanmaktadır.Eğer simitin Dünyanın daha başka neresinde olduğunu merak ederseniz başka bir ülkede olmadığını görürsünüz.


XIV. Yüzyılda Osmanlıda simit çeşitli vesilelerle karşımıza çıkıyor,örneğin Avrupalı Ressamlar eserlerinde simit ve simitçilere sıkça yer vermişlerdir.Bunlardan en ünlüsü italyan Ressam Giovanni Birindesi dir. Abdülmecit devri İstanbulunu anlatan gravürlerin pek çoğunda simitçiler bulunmaktadır. Diğer bir Ressam ise yağlıboya (Simit satıcısı) tablosunu da resmeden Warvick Goble dir.


Simitin ilk kez Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapıldığı söylenir.Kaynağı bilinmeyen bir öyküye göre Kanuni Sultan Süleyman devrinde sarayın mutfaklarında pişen yemekleri ve tatlıları denetliyen Şemsi Paşa,birgün çalışan hanımlardan birinin torbasında birşey görür ve ne olduğunu sorduğunda susam cevabını alır.Paşa sarar tabiplerinden susamın fayda ve zararlarını araştırmalarını ister.Yararını öğrendiğinde,mutfakta yoğrulan hamurun bir kısmıyla bugünki simidi pişirir,ve 7 gün boyunca kendisi yiyerek bu yeni gıdanın lezzetini ve yararını test eder,Ardından Padişahın huzuruna çıkarak farklıu bir yiyecek icat ettiğini söyler. O zamanlarda yanında çay içilmese de Kanuni Sultan Süleyman kendisine sıcak sıcak sunulan simidin tadından pek hoşlanır.


Simitin Tarihi Osmanlı İmparatorluğunun Anadolu da hüküm sürdüğü döneme kadar uzanmaktadır. Bu dönemde Sarayda un depolarına (Simithane) Padişah Fırınına  ise (Simit fırını) denilirdi. 1593 tarihli Üsküdar Şeriye sicilinde has undan yapılmış halka biçimindeki bir çeşit ekmek (Simidi-i Halka) olarak adlandırılmıştır.Velhasıl Türkiye dışında hiçbir ülkede üretilmeyen Simit,susam,un,maya ve pekmezden oluşur. Üç türü vardır.


1- Taban simidi - Fırına tıpkı ekmek gibi kürekle atılır.
2- Tava simidi- Tavada pişirilir.
3- Kazan simidi- Az susamlı ve parlak görünüşlüdür.
Simidin rengindeki ve lezzetindeki fark şehirden şehire değişmesi ise (Pekmezleme) denilen aşamanın farklı uygulanmasından kaynaklanmaktadır.Pekmezleme işlemi İstanbul da soğuk olarak,Ankara,İzmir,Bursa,ve pekçok diğer yörede ise genellikle sıcak olarak yapılır.Sıcak pekmezlemenin özelliği ise pekmez ve su yaklaşık birebir oranında karıştırılıp bir kap içinde kaynatılır,halka haline getirilip bağlanmış olan simitler önce bu kaynar pekmezli suya içinde bir müddet pişirmeye tabi tutulur ve hemen ardından susama bulanıp fırına sürülür.Simidin hikayesi burada bitiyor, çayla güzel yeniyor. Afiyetler olsun.


9 Mayıs 2013 Perşembe

Galata Kulesi -Beyazıt Kulesi ve Tulumbacılar


GALATA KULESİ - İstanbulun Galata semtinde bulunan ve şehrin en önemli sembollerinden biri olan 528 yılında inşa edilmiş bir kuledir. Galata Kulesi Dünyanın en eski Kulelerinden biri olup,Bizans İmparatoru Anastasius tarafından 528 yılında Fener kulesi olarak inşa edilmiştir.1204 yılındaki IV.Haçlı seferinde geniş çapta tahrip edilen kule,daha sonra 1348 yılında İsa Kulesi adıyla yığma taşlar kullanılarak Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmıştır. 1348 yılında yeniden yapıldığında kentin en büyük binası olmuştur.


Galata Kulesi 1445 - 1446 yılları arasında yükseltilmiştir. Kule Türklerin eline geçtikten sonra hemen her yüzyıl yenilenmiş ve tamir edilmiştir.16 ncı yüzyılda Kasımpaşa Tersanelerinde çalıştırılan Hristiyan savaş esirlerinin barınağı olarak kullanılmıştır.17 nci yüzyılın ilk yarısında IV. Murat döneminde Hezarfen Ahmet Çelebi Okmeydanında rüzgarları kollayıp uçuş talimleri yaptıktan sonra,Tahtadan yaptırdığı kartal kanatlarını sırtına takarak 1638 yılında Galata kulesinden Üsküdar Doğancılara uçmuştur. 


1717 den itibaren kule yangın gözetleme kulesi olarak kullanılmıştır.Galata Kulesinin özellikleri yerden çatısının ucuna kadar olan yüksekliği 69,9 metredir. Duvar kalınlığı 3,75 m.iç çapı 8,95 m. Dış çapıda 16,45 metredir.yapılan statik hesaplamalara göre ağırlığı yaklaşık 10.000 ton, kalın gövdesi işlenmemiş moloz taşındandır.


Kulenin derinliğinde bulunan çukurların altında birçok kafatası ve kemik bulunmuştur.orta boşluğun bodrumu zından olarak kullanılmıştır.Kulenin tarihinde bazı intihar olayları kayıtlara geçmiştir. 6 Haziran 1973 günü ünlü şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın 15 yaşındaki oğlu Vedat kuleden atlıyarak intihar etmiştir Oğuzcan bunun üzerine Galata Kulesi adlı şiiri yazmıştır.


GALATA   KULESİ
   6 Haziran 1973 
   Pırıl pırıl bir yaz günüydü
   Aydınlıktı,güzeldi dünya
   Bir Adam düştü ogün Galata Kulesinden
   Kendini biranda bıraktı boşluğa
   Ömrünün baharında 
   Bütün umutlarıyla birlikte
   Paramparça oldu
   Bir Adam Benim oğlumdu

Gencecikti Vedat
   Işıl ışıl gözleri içi
   Bütün insanlar için sevgiyle doluydu
   Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
   Kendini biranda bıraktı boşluğa
   Söndü güneş,Karardı yeryüzü bütün
   Zaman durdu
   Bir Adam düştü Galata kulesinden
   Bu Adam benim oğlumdu


Açarken ufkunda Güller alevden
   Çıktı,Hergün ki gibi gülerek evden
   Kimseye belli etmedi içindeki yangını
   Yürüdü, kendinden emin
   Sonsuzluğa doğru
   Galata kulesinde bekliyordu ecel
   Bir fincan kahve,bir bardak konyak
   Ölüm yolcusunun son arzusu buydu
   Bir Adam düştü Galata kulesinden
   Bu Adam benim oğlumdu

   Küçücüktü bir zaman
   Kucağıma alırninniler söylerdim ona
   Uyu oğlum,uyu oğlum ninni
   Birdaha uyanmamak üzere uyudu Vedat

   6 Haziran 1973
   Galata kulesinden bir Adam attı kendini
   Bu nankör insanlara 
   Bu kalleş dünyaya inat
   Şimdi yine bir ninni söylüyorum ona
   Uyan oğlum, uyan oğlum, uyan VEDAT


BEYAZIT KULESİ- Beyazıt kulesinin bugünkü yerinde Bizans zamanında da Tetratsiyon adında uzaktan yangınları gözetlemek  için bina edilmiş bir kule vardı. Osmanlı Döneminde ise, kule aynı yerine Paris'te Ecole des Beaux-Arts'da öğrenim gören ilk Osmanlı Mimarı olan Mimar Kirkor Balyan tarafından ahşap olarak 1749 yılında inşa edilir. Kule yangınları gözetlemek amacıyla yaptırılan ilk  kule olma özelliğini de taşımaktadır.


Hüseyin Ağa tarafından yaptırılmış olan kuyleye Harik köşkü veya kuleside denirdi. Harik kelimesi yangın anlamına gelmektedir. Kulede görev alanlara köşklü,köşlü veya Dideban'da denirdi. O zamanki ahşap kule yeniçeriler tarafından bir ayaklanma sonucu ateşe verilmiştir.Yanan kulenin yerine 1828 yılında 2. Mahmut tarafından Mimar Kirkorun kardeşi Senekerim Balyana kule kagir olarak tekrardan inşa ettirildi. Beyazıt kulesi yaptırılmadan önce yangınları gözetlemek amacıyla Süleymaniye Camisinin minareleri kullanılmıştır.


Beyazıt yangın kulesi, Nöbetci katı,İşaret katı, sepet katı ve Sancak katı olmak üzere dört kattan oluşmuştur. Yüksekliği 85 metredir.Gözetleme yerine kadar 180 basamak ve Gözetleme yerinden en üste kadar 76 basamak olmak üzere toplam 256 ahşap basamaktan ibarettir. İlk yapımında geniş saçaklı külah biçiminde ahşap bir örtü ile sonlanmakta idi.1849 da değiştirilerek bugünkü sekizgen planlı ve yuvarlak pencereli 3 kat eklendi.1889 da kulenin üstüne demirden bir gönder dikildi.Gönderin yüksekliği 13 metredir.Kule 1894
depreminde kısmen hasar görmüş ve aslına uygun olarak onarılmıştır.Ana duvarları taştan yapılmış olan kulenin iç merdivenleri ahşaptır.


İSTANBUL YANGINLARI VE TULUMBACILAR - İstanbul için yangın büyük felaketti.Zelzele gibi, sel gibi afetlerin yanında istanbulu tahrip eden yangınlara Ejderha  denmiştir.Bu felaketlerin önüne geçmek için Yeniçeri ocağı içinde Tulumbacılar teşkilatı vardı.18 nci yüzyılın başlarına kadar yangın tulumbası bilinmiyordu. Yangın sarnıçlardan taşınan suyu dökerek söndürülmeye çalışılıyordu.


Ailesiyle birlikte İstanbula gelerek islam dinini kabul eden Davud gerçek adını alan bir Fransız Mühendisi 1717 senesinde Tersane önünde demirli bir geminin yandığını görmüş,sık sık çıkan yangınların İstanbulda büyük tahribat yaptığını dinlemiş,Bu afete karşı bir yangın tulumbası icat etmiş,aynı yıl içinde Tüfekhanede çıkan büyük bir yangına Tulumbasını alarak koşmuş,etrafında toplanan gençlerin de yardımı ve o tek tulumbasıyla bulunduğu noktada ateşi tutmuştu.


O devrin adetince yangılara Sadrazamlarda giderdi.İbrahim Paşa'da yangına gelmiş Davut gerçekin tulumbası ile ateş söndürmekteki hizmetlerini görmüş onu Tulumbacı Ağası tayin ederek yeniçeri ocağına bağlı bir Tulumbacı  teşkilatının kurulmasını emretmişti.