30 Temmuz 2013 Salı

Tragedya

Genellikle efsanelerden yada Tarihten alınma konuları benimseyen Tanrılarla insanların insanlarla alınyazılarının çatışmasını işleyerek seyirciyi duygulandırma amacınıgüden tiyatro oyunu .Yunanistandan doğan tragedyanın kaynakları konusunda değişik yorumlar yapılmaktadır. Tragedya sözcüğünün hangi kökten geldiği konusunda tam bir görüş birliği yoktur. Ancak tartışma konusu olmayan M.Ö.534 Yılında Atina'da tiyatro yarışmaları düzenlenmiş olduğudur. Gerçekten yaşayıp yaşamadığı kesinlikle bilinmeyen  (Tespi ) adlı yazar,ilk defa koro ile bir oyuncu arasındaki diyaloga yer vermiştir.Bundan ötürü ilk tragedya yazarlarından biri olarak kabul edilir.


Aiskhilos,Sofokles,ve Euripides ile oyuncu sayısı artarken koronun görevi azalmış koroya gittikçe olaydan uzaklaşan bir görev verilmiştir. İlk tragedyalar konu olarak ilkel bir dinsellik tabanı üzerine oturtulmuş olup insan acılarını ve insanın zayıflığını işlerler. Bunun yanında tragedyada günün birinde uygar bir yaşamın ilkelerine dönüşebilecek ahlak ögeleri,hatta bireyci bir usçuluğun belirtileri de yer almaktadır.Kader kavramı ise tragedyanın en önemli ögesidir.


Aristoteles,tragedyayı sanatta en yüksek anlatı türü olarak değerlendirir. Oynanmak için yazılan yunan tragedyasının önemli bir bölümünde müzik,şarkı ve dans yer alır.Kostümler maskeler kullanılır.Mimarlık ve resimden yararlanılırdı. Bu oyunlar  din geleneklerinin bir anlatımı oldukları için saygıyla karşılanırlardı. Yunan tragedyasının toplumsal ve dinsel hayattaki sağlam yerine Roma tiyatrosunda rastlanmaz. Ancak ortaçağ dinsel tiyatrosu yunan tragedyasına yakın bir ilgiyle karşılanmıştır. Kimi eleştirmenler ortaçağ dinsel tiyatrosunu seyirciyle olan ilişkisi yönünden ilkçağ tragedyasının devamı olarak nitelerler. Ortaçağda yunan ve Roma uygarlıklarınaduyulan hayranlık ilk hümanistleri mitolojik yada tarihsel temalar üzerinde latince tragedya denemelerine itmiştir.


Avrupada XIV.Yüzyılda gelişmeye başlıyan hümanist tiyatro,ana nitelikleri dilde biçimcilik gösteride büyük etkililik olan senaca tiyatrosunu taklit eder.Tragedya temsilleri en çok rönesans saraylarında verilmiştir. Bundan başka XVI. Ve XVII. Yüzyıllarda tragedyaya Aristoteles kuramını izleyenlerin getirdiği birtakım biçim kısıtlamaları da uygulanmıştır. Bütün bunlar tragedyaya esneklikten yoksun,yapma bir nitelik vermiştir. Bu katılık ancak Rönesans döneminin sonlarına doğru biraz gevşemiştir.


İngiliz Tiyatrosunun parlak çağı olan Elizabeth dönemi tiyatrosunda Avrupa klasizminin etkisi,öteki ülkelerdekinden daha azdır. Shakespeare in büyük dramları (Hamlet,Othello,Macbeth,Kral Lear) tragedyanın en önemli örnekleridir. Asağı yukarı aynı şey,İspanyanın Calderon,Lope de Vega,Tirso de Molina gibi  yazarlar yetiştiren Siglo de Oro (Altınçağ) tiyatrosu için de söylenebilir. Fransız klasizmin etkisi altındaki tragedyada ilk çatlaklar,Diderot ve Lessing ile başlamış bunu XIX.Yüzyıl başında romantizmin getirdiği çözülme izlemiştir.


Lessing gibi kuramcılar, Shakespeare de bulup beğendikleri burjuva ögelerini klasik tragedyaya da uygulamışlardır.Çağdaş edebiyatta Hofmannsthal,D'Annunzio,Cocteau, Gide, O'Neill, Eliott gibi bir akıma bağlı olmaksızın tragedya veren büyük yazarlar çıkmışsada tragedya türünün günümüzde büyük bir önem taşıdığını ileri sürmek mümkün değildir.

Richard Wagner (1813-1883)

Alman bestecisi Leipzig'de doğmuş, Venedikte ölmüştür. XIX.Yüzyılın opera bestecisi.Yazar ve eleştirmenlerindendir. Gençliğinde müzikle pek ilgilenmedi. Üniversaite öğrencisiyken yazdığı bir trajediyle çevrenin ilgisini çekti. Bundan sonra müzikle ilgilenmeye başlayan Wagner  çağının ünlü öğretmenlerinden ders aldı. 1833 yılında bir senfonisini çaldırmayı ve daha sonra da Würzburg'da koro şefliği almayı başardı.


Bu arada ilk operası olan Die Fenn (Periler) ve Das Liebesverbot (Sevme yasağı) ve Rienzi derletzte de Tribunen (Son tribün Rienzi) i besteledi. Daha sonraki yıllarda bir yandan Alman edebiyatı üzerinde çalışırken bir yandan da Der Fliegende Hollander (Uçan Hollandalı) operasının liberettosunu ve müziğini hazırladı. Dresden'e döndükten sonra 1842 yılında Rienzi adlı operasıyla büyük başarı elde etti. ve saray operasında koro şefliğine getirildi.


Ancak Uçan Hollandalı'ya yeni bestelediği Tannhaueser operasının oynanışları başarılı olmadı. 1849 yılında liberal hareketlere karıştığı için,Dresden'den ayrılmak zorunda kaldı.Bir süre Zürih'e yerleşen Wagner Die Kunst und die Revolution (Sanat ve Devrim) adlı denemesi ile Oper und Drama (Opera ve dram sanatı) incelemesini yazdı. Müzik tarihinin en büyük aşk şiiri olan Tristan und isolde (Tristan ve İsolde) yi besteledi. 1861 de Paris'te Tannhauser adlı operası oynandı ama yine büyük bir başarı elde edemedi.


Siyasal af çıkması üzerine Almanyaya dönen Wagner,Der Ring des Nibelungen liberettosunu yayınlandığında para sıkıntısı içindeydi.Bavyera kralı Louis II.nin koruyuculuğu sayesinde ancak elli yaşından sonra düzenli bir hayat yaşamaya başlayabildi. Önce Tristan operasını 1863 yılında da Die Meistersinger von Nürnberg (Nürnbergli usta şarkıcılar) adlı eserini tamamladı 1865 yılında Tristan und isolde operası ünlü yönetmen Hans von Bülov'un yönetiminde Münihte oynandı ve başarıya ulaştı. Bunu başka operalarının başarıyla oynanışları izledi.


Müzik eleştirmenleri Wagneri bir müzik dehası ve Avrupa da görülen yeni müzik akımlarının babası olarak değerlendirirler. Geleneksel çalgıları yeni bir anlayışla kullanması,yeni bir müzik uyumu meydana getirmesi geleneksel  opera biçimlerini aşması insan uygarlığını efsane boyutları içinde yansıtması Leitmovitin çevresinde sürekli akan ses dalgaları Wagnerin sanatının belirleyici özellikleridir.

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Petrol

Hidrokarbürlerden meydana gelen,rengi çok koyu, kendine  özgü bir kokusu olan,yanıcı doğal madensel yağ,Doğal maden yataklarından veya Fischer-Tropsch senteziyle ya da odun bitümü şist gibi maddelerin damıtılmasından elde edilir.Petrol eski çağlardan beri varlığı bilinen bir maddedir. Eski Çinliler ve İranlıların savaşlarında saldırı aracı olarak kullandıkları Heredotos ve Plinius'un yazılarında sözünü ettikleri bilinmektedir. Marco Polo'da petrolün deve sırtında Baku'dan Bağdat'a taşındığını yazmıştır.


Petrolün damıtılmasına XVII. Yüzyılda girişilmişsede yatakların tam olarak işletilmesine ancak XIX.Yüzyılda başlanmıştır.Avrupada 1875 te Romanya,Galiçya,Alsace,ve Rusyada,A.B.D.de 1859 da Pennsylvania da kuyular açılmıştır. Patlarlı motorun yapılması daha sonraları içten yanmalı diesel tipi motorların kullanılması mekanik yağlama gemilerdeki ısıtma sistemlerinde mazot kullanılması çeşitli endüstri ürünleri elde etme olanakları,petrol yataklarının işletilmesine ve bu maddenin türevler sağlanmasına dünya da çok önemli bir yer vermiştir.


Petrol derinliği bazen 4000 m.yi aşan kuyular kazılarak yeryüzüne çıkarılır. Bazı kuyularda ise petrol gazların basıncıyla kendiliğinden yüzeye gelir.Bazı durumlarda çok büyük püskürmelerle karşılaşılır.Kuyulardan çıkarılan petrol toprak ve başka maddelerle karışık durumdadır.Bu karışımda suda vardır.Büyük havuzlara alınan kirli petrol Buralarda suyun bir kısmından ve kil çökeleklerinden süzme yoluyla arındırılır.Geriye kalan ham yağ Pipe-line (Payplayn) denen borularla rafinelere gönderilir.


Ham petrol bazı işlemlerden geçirildikten sonra çeşitli petrol ürünleri elde edilir.Bu ürünler petrol eteri ya da gazolin günlük dilde benzin denen hafif benzin orta ağırlıkta ve ağır benzinlerdir.Bundan başka aydınlatma petrolü eriticiler (White spirit) diesel yağları ve gazyağı akaryakıt (Fuel oil mazot) parafin,vazelin,bitüm,petrol koku ve zift gibi ürünler petrol türevleridir.


Petrol üretimi,sanayiin ilerlemesiyle büyük artış hızı göstermiştir. Petrolün 28 Ağustos 1859 tarihinde Pennsylvania (A.B.D.) nın Titusville bölgesinde yapılan kazı sonucu çıkarılışından sonra bir yıl içinde dünya petrol üretimi 800000 tona ulaşmıştır.On yıl sonra bu rakam beş katını aşmış 1890 yılında 10 milyon yüzyılın sonunda ise 20 milyon tona varmıştır.


Birinci Dünya savaşından önce ve savaş sırasında çarpışma gereksinmelerini karşılıyabilmek için petrol arama ve çıkarma işlemleri yoğunlaştırılmıştır. 1920 yılında 100 milyon ton olan dünya petrol üretimi ikinci dünya savaşından sonraki yıllarda 500 milyon tonu bulmuştur.1967 yılı rakamlarına göre ise dünya petrol üretimi miktarı 1 milyar 758 milyon tondu.

28 Temmuz 2013 Pazar

Kurukahveci Mehmet Efendi ve Mahdumları

Mehmet Efendi - 1857 de Fatih'te doğan Mehmet Efendi Süleymaniye Medresesinde eğitim gördükten sonra,Babasının Dükkanında çalışmaya başladı. 1871 yılında işin başına geçen Mehmet Efendi çiğ kahveyi kavurup dibeklerde öğüterek müşterilerine hazır olarak satmaya başladı, Böylece İstanbul Tahmis sokakta taze kavrulmuş mis gibi kahvenin kokusu da çevreye yayıldı. Kahveyi öğüterek ilk kez hazır hazır olarak kahveseverlere sunan Mehmet efendi bu yenilik ve müşterilerine sağladığı kolaylıkla kısa sürede tanınarak Kurukahveci Mehmet Efendi diye anılmaya başlandı.


1931 yılında vefat eden Mehmet Efendinin oğulları Hasan Selahattin Hulusi  ve Ahmet Rıza beyler baba mesleğini sürdürdüler. Aile 1934 yılında (Kurukahveci) soyadını aldı.Mehmet Efendinin vefatından sonra Ailenin en büyüğü Hasan Selahattin (1897 - 1944)Yurtdışının önemini kavrayarak Uluslararası etkinliklere katılmaya karar verdi. Böylece Türk Kahvesini yurtiçinde olduğu kadar yurtdışında da pazarlayarak tanıtmaya başladı.


Hulusi bey (1904 - 1934) dönemin gelişen teknolojisini göz ardı etmeyerek toplu üretimi gerçekleştirdi. Ayrıca İstanbul Tahmis sokaktaki dükkanın yerine Dönemin ünlü mimarı Zühtü Başar a günümüzdede kullanılmakta olan (Art deca) tarzında bir bina inşa ettirdi. Yine bu dönemde kahve parşömenli kağıt paketine konularak şehir içindeki Bakkallara otomobi ile ağıtılmaya başlandı. Böylece Türkiyede bir ilk daha gerçekleştirilmişti.İstiklal caddesinde de bir şube açıldı.


Genç yaşta hayata veda eden Hulusi Beyin ardından yönetimi,Yurtdışında eğitim görmüş olan en küçük kardeş Ahmet Rıza Kurukahveci devraldı.Ahmet Beyin Dünyada ki gelişmeleri yakından takip ediyor olması onu reklama ve firmayı,çağdaşlaştırma yönünde adımlar atmaya yöneltti. 1933 yılında dönemin usta grafikeri İhap Hulusi beye bir amblem çizdirtti. Bu amblem günümüzdede kullanılmaktadır. Ayrıca o yıllarda büyük bir yenilik olarak tanınmış afiş ve takvim çalışmaları ile firmanın reklamları yaygınlaştırıldı. Özel Arabalarla yurtiçinde kahve dağıtımı bu dönemde başladı. Galatasaray sahne sokakta bir şube açıldı.


Bugün kurukahvecinin yönetiminde olan Mehmet Efendinin Torunları Ahmet Rıza Kurukahvecinin vefatından sonra yönetimi devraldılar.Mehmet Efendinin kahve öğüttüğü dibekleri bir asır sonra geliştirdiler ve ortaya yeni kahve makinaları çıktı.1871 yılında Tahmis sokakta faaliyete başlıyan işletme,Bugün tüm Dünyaya hizmet veriyor. Buyurun Hepinize kurukahveci Mehmet Efendinin Kahveleriyle pişen Bol köpüklü türk kahvesi . Yarasın.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Japon Gelenek ve Görenekleri

Bir Japon'un sizi evine davet etmesi çok büyük bir olaydır. Genellikle bizdeki gibi misafircilik yoktur. Görüşmek isteyen Aileler dışarıda bir Restoranda görüşür.Nadiren bir Japonun evine davet edildiyseniz bu sizin için büyük bir onurdur. Ama sakın ayakkabınızla içeri girmeye kalkmayınız,Bu hareketinizle bir çuval inciri berbat edersiniz. Japonyada eve kimse ayakkabıyla giremez, zaten kapıdan girince önünüzde çin seddi gibi bir terlik ordusu ile karşılaşırsınız. Evsahibi size çay ikram ettiyse, bu artık gitme vaktinizin geldiğini gösterir. Çayı içip hemen kalkmanız lazımdır.


Genellikle genç kızlar evlenir evlenmez işi bırakır evinin hanımı olur. Yalnızca evin erkeğinin kazancı ailenin geçimi için yeterlidir. Hanımlar çocukları ve ev işleriyle ilgilenir.Ailenin bütün parası hanımdadır,tüm harcamaları hanımlar yapar. Restoranlarda bile hanımlar ücreti öder. Hanımlar arta kalan zamanlarda spor yapar,Arkadaşları ile dışarda buluşur. Mağaza gezer, gündüz saatlerinde Cafelerde,Restoranlarda 65-70 yaşın altında erkek görmek imkansızdır. Çünki erkekler gündüz saatlerinde iştedir. Japonyada kimse kimseye karışmaz, isterseniz en olmadık bir kıyafeti giyin ve ortada dolaşın yalnızca çaktırmadan bir kere bakarlar ve kafalarını çevirirler gözünü dikip bakmak çok ayıptır.


Bu nedenle Trenlerde uyumasalar bile herkes gözünü kapatır.uyuyor gibi davranır. En kalabalık Trende bile kimse sizi rahatsız etmez. Hırsızlık olayı yoktur. Bir  Hanım gece geç saatte bile yalnız başına dolaşabilir. İçki içmeye veya yemek yemeğe bir yere gidebilir. Kimse rahatsız etmez. Bisikletinizi bıraktığınız yerde Akşama kadar kimse ellemeden aynı yerde durur. Japonlar rüzgar sörfü yapanlar hariç denize girmeyi fazla sevmez ama kaplıcalar onlar için en büyük zevk kaynağıdır. Volkanik dağlar çok olduğu için hemen hemen heryerde kaplıcalar vardır. Japonlar yalnız duş almaz her gece evde bizdekilerden daha derin olan özel küvetleri su ile doldurulur ve bütün Aile tek tek bu suya girip keyif yapar.


Kışın bizdeki gibi evlerde bütün odalar ısıtılmaz,evler küçük olduğu ve fazla pahalı olmadığı halde bunu israf sayarlar. Yalnız oturdukları odayı ısıtırlar. İşyeri evin erkeği ve Aile için herşeydir. Hanımlar erkeğinin en verimli şekilde çalışabilmesi için ellerinden geleni yapar. Erkeğin işten geç gelmesi hiçbir zaman problem yapılmaz.Karı koca arasındaki en büyük kavga belki kapıyı biraz kuvvetli kapamak şeklinde olur.sözle kavga yoktur. Toplum hayatında sözden ziyade bakışlarla kızgınlık anlatılır. Evde de işyerinde de bu böyledir. Fazla konuşulmaz ama hareket ve bakışlar herşeyi ifade eder. İş yerinde, bir toplantıda konuşanlar genellikle gençlerdir.Yüksek rütbeliler yalnızca dinler ve sonunda karar verir.


Torpil diye birşey yoktur. Tokalaşma,Sarılma,Öpüşme,yoktur. Hafifçe eğilerek selam verilir. El teması yoktur,bir çocuğun bile başını severseniz size çok kızar,bu onu aşağılamak demektir. Kadınlar maddi olarak çok kuvvetli oldukları halde eşlerine karşı çok saygılıdır. Kadının ve Erkeğin Arkadaşları farklı olabilir,Bizdeki gibi karı koca beraber toplantılara gidecek diye bir olay yoktur.Çünkü birinin sevip diğerinin sevmediği bir insanla,ikisinin de görüşmesine neden yoktur.


Eşler arasında hürriyet oldukça fazladır. Evin kadını gece arkadaşları ile buluşmaya eşi olmadan gidip istediği saatte dönebilir. Japonyada saygı herşeydir. Evde,İşte,toplumda herkes birbirine saygılıdır.Ülkesine saygılıdır. Grup pisikolojisi ile yaşarlar,bu yüzden hiç yalnız değillerdir.

26 Temmuz 2013 Cuma

Osmanlı'da Balık

Osmanlı İstanbulundaki balık bolluğu efsane değil yaşanmış bir gerçektir. Bizans site Devletinde basılan paralarda kentin simgesi olarak Tonbalığı suretinin bulunması,ta o yıllarda bile balık bolluğunun önemini gösterir.Balık avcılığının ve balık bolluluğunun bu nedenlerle tarih boyunca İstanbul da yaşanan bir olgu olduğu ortadadır.İstanbul kenti Konstantinopolis adıyla Doğu Roma İmparatorluluğun başkenti olduğunda da balık avcılığı ve ticaretinin kentin ekonomik yaşamında büyük önem arz ettiğigörülür. İstanbul sularında avlanan Balıkların satılmadan önce getirdiği ve satış vergisi alınarak,sonra açık arttırma ile balık satan esnafa satıldığı mahaller olan Balıkhanelerin ilk uygulamasına Bizans İmparatorluğunda rastlanmaktadır.


Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde İstanbuldaki Balıkçı esnafını ayrıntılı olarak anlatır.Ona göre balıkçılar Esnaf-ı dalyancıyan ve Esnaf-ı Iğrıbciyan olarak ikiye ayırır.İlk gurup 700 İkinci gurup ise 3000 balıkçıdan oluşur.Iğrıpcı esnafı Dalyanlarda değil açık denizde balık tutanlardır. 1000 Esnaf-ı düzenciyan ve saçma denilen ağlarla balık tutan 300 balıkçı, zıpkınla balık avlıyanlar ve çömlek denen özel sepetlerle kayabalığı yakalayanlardan ve Esnaf-ı sepetçiyan dediği ıstakoz avcılarından söz eder. Katip Çelebi İstanbulda balıkları kent sakinlerine satan balıkçılar ise 2000 dükkan ve 3000 kişidir.Balıkçı dükkanlarıBalat,Fenerkapısı,Cibali,Unkapanı,Yenikapı,Kumkapı,Samatya,Kasımpaşa,Hasköy ve Beşiktaş'ta bulunur.


Evliya Çelebinin Trabzon seyahatinde Laz olan balık satıcılarının çığırtkanlıklarını bile kaydetmiştir. Özellikle Karadenizde çok sık tutulan hamsiyi çağırıştıran folklor hareketlerini anlatmış,Hamsiyi tüm hastalıklara iyi gelen bir ilaç olarak tanımlamışlardır . Trabzonlular hamsiyle yapılan kırk çeşit yemekle öğünürler. Hamsinin kızartması,Çorbada ve sosta kullanılması yada baklavası bile şaşkınlık yaratmaz.


İlkbaharda ton balıkları büyük guruplar halinde Akdenizden gelip Marmara denizi ve İstanbul boğazı yoluyla Karadenize giderler. Boğazın Asya kıyılarındaki Khalkedon (Kadıköy) yakınlarında göz kamaştırıcı beyazlıkta yüksek kayalar bulunur. Bu kayaların parlaklığı tonbalığı sürülerini sersemletir ve korkuyla Khalkedonun burnu ve Bizans haliçi içinde tonbalıklarının avlanmasını çok kolaylaştırır ve bol bol avlarlar.Tonbalıkların bolluğundan dolayı bu buruna ve Halice Hrisun Keras yani Altın Boynuz denilir.Aslında İstanbulda balık bolluluğun nedeni şehrin coğrafi konumuyla çok ilgiliydi.


Şehir Kılıç,Ton,Torik,Palamut ve uskumru,Kolyoz,Lüfer,Istavrit,Akya,Dülger balığı,Hamsi ve sardalya gibi balıkların,yani yazı Karadenizde kışı Marmara denizinde geçiren ve göçmen denilen balıkların göç yollarının üzerindeydi. İstanbul boğazı büyük kütleler halinde geçen balıkların avlanması için en müsait ortamdı.Bunun yanında yerli balıklar denilen göç etmeyen ve belirli mekanlarda bulunan Kırlangıç,Mazak,İskorpit,Hani,Barbunya, Tekir,Karagöz,Sarıgöz,İspari,Lapina,Mezgit,Berlam,Gelincik, Fener gibi balıkların da İstanbul açıklarında örneğin Adalar ve Suadiye,Bostancı,cıvarında yoğun olarak bulunmaları bu balık zenginliğini bir kat daha arttırıyordu.

23 Temmuz 2013 Salı

Uydular

Bir gezegenin çevresinde dönen gök cismi.Bilinen bütün uydular güneş sistemine aittir. Ençok uydusu olan gezegen Jüpiter dir.ve 12 uydusu vardır. Gezegenlerden hiç uydusu olmayan Merkür,venüs ve plütondur.Uyduların büyüklükleri çok değişiktir.Bütün uydular bağlı oldukları gezegenden daha küçüktür.Uyduların bağlı oldukları gezegenle birlikte meydana geldikleri ve güneş sisteminin başlangıcından beri varoldukları düşünülmektedir.


Önemli miktarda atmosferi olduğu bilinen tek uydu Titandır.Başka büyük uydularda da ince bir atmosfer bulunabilir.Bunların çoğunda atmosfer çok ince ve hafif olduğundan bu uydulardaki su ve gazlar ancak donmuş halde bulunabilir.


Yerin yada güneşten başka herhangi bir gök cisminin etrafındaki kapalı bir yörüngeye insanlar tarafından oturtulan cisme Yapma uydu adı verilir.Dar bir elips şeklindeki ya da yüksekteki dairesel bir yörüngeye oturtulmuş uydu uzun süre dayanır,çünki dolaşımının büyük bir bölümünü hiç atmosfer bulunmayan bölgelerde yapar.Bir uyduyu böyle bir yörüngeye oturtmak için verilecek ilk hızın çok büyük olması gerekir.Fakat bu hızın yerçekiminden kurtulmak için 500 km.yükseklikte gerekli olan saniyede 11 km. lik hızı aşması durumunda uydu,parabol biçiminde bir yol izler ve uzay sondası olarak yerden uzaklaşır.


Yörüngeye oturtulan insan yapısı ilk uydu Sovyet Rusyanın 1957 de uzaya fırlattığı Sputnik I dir.Uydu yörüngesine oturtulunca gezegenlerin hareketlerine ilişkin kepler kanunlarına uyar,gelecekteki herhangi bir zaman için gökyüzündeki tam yeri hesapla bulunabilir. Bazı uyduların yollarından biraz sapmış olmaları yerin şeklindeki düzensizliklerden ileri gelen yerçekimi anormallikleri ile açıklanmaktadır.


Uydulara yerleştirilen aygıtlarla yeni bilgiler edinilmiştir.Bu aygıtlar topladıkları bilgileri şifreleyerek radyo ile yere gönderirler. Bu tekniğe uzaktan ölçme (Telemetri) denir. Bu uydunun ömrü bir kaç yıl,hatta kimi durumlarda en az 100 yıl sürdüğü için,bilgileri alan kaydeden ve gönderen aygıtlara elektrik gücü sağlamak önemli bir sorun olarak ortaya çıkar. Elektrik gücü,genellikle,silisyumlu fotoelektrik pil bataryası aracılığıyla Güneş enerejisini elektrik enerjisine çevirerek sağlanır. Gerekli elektrik akımını elde etmek için 6000 den fazla güneş pili kullanılır.


Yapma uydular meteorolojik amaçlarla yerin bulut örtüsünün resimlerini televizyonla yeryüzüne gönderir. Böylece siklonların ve kasırgaların yerleri öğrenilerek tedbir alınması sağlanır. Uydular,yerüzerindeki iki nokta arasında telsiz haberleri ve televizyon yayınları gönderilmesinde de kullanılırlar.Uydular gerek yerden radyo ile,gerekse pilotları tarafından başarı ile idare edilebilmiş ve uzayda uyduların birbirine kenetlenmesi de başarılmıştır.Bu tekniğin geliştirilmesiyle önceden hazırlanmış parçalar uzayda birlleşerek uzay istasyonlarının kurulması gerçekleştirilmiştir.

Mermer

Başkalaşıma uğramış kalker (Kireçtaşı) çok küçük kristallerden meydana gelmiş kalkerin yapısı o kadar düzgün değildir.İçinde gözenekler bulunabilir. Genellikle oymaya biçim verilerek cilalı bir yüzey elde edilemez. Buna karşılık toprak altında yüksek sıcaklıkta ısınarak başkalaşıma uğramış kalkerde kristaller daha iridir,daha düzgündür gözenekler yoktur.


Kütle daha yoğun ve daha serttir. İstenen biçim verilebilir. Heykel bile yapılabilir. Yüzeyi cilalı duruma getirilebilir. Bu tür kalkere mermer adı verilir.Mermeri meydana getiren kristal türü tıpkı kalkerde olduğu gibi kalsit türündedir.Bazan oragonit türünde kristal yapılı mermerlere de rastlanır, ancak bu çok enderdir. yine 
ender olarak dolomit kayalarının başkalaşıma uğramasıyla meydana gelmiş mermerlere de rastlanır.


Dolamit doğal MgCo,CaCo magnezyum kalsiyumkarbonat çift tuzudur. Kalsit yada ender olarak arangonitten yapılmış mermerlerin bileşimiyse kalsiumkarbonattır.Bu nedenle tıpkı kalker,yani kireçtaşı gibi bütün asitlerle karbon dioksit çıkışı ile bileşir. Bu da üzerine asit dökülen maddenin köpürmesinden anlaşılır.saf kalsiyum karbonattan oluşan mermerler beyaz renklidir. Bu ççeşit mermerler heykelcilikte
aranır.


Buna karşılık renk verici metal oksitlerle karışık renkli yada damarlı mermerler yapıların iç  ve dış süslemelerinde tercih edilir.Mermerin daha M.Ö.VI. Yüzyıldan önce Yunanistanda perikles yönetimi Roma'da Augustus yönetimi sırasında gerek heykel yapımıda,gerek mimarlıkta en aranan madde olduğu bilinmektedir.


Helenistik çağ özellikle iskenderiye de çok değerli mermer  yapıtlar bırakılmıştır.İstanbuldaki Ayasofyada mermer yapılarının önemliörneklerindendir.İtalyada XII.ve XIII.Yüzyıllarda yapılan parlak gösterişli mermer yapılar Toscano,Roma ve Venediki mermer işleme sanatının merkezleri yapmıştır.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Marko Paşa-Marco Apostolidis Pitsipios (1814-1888)

Marko Paşa Sakızlı bir Rumdur. 1814 te doğmuş İstanbul Askeri Tıbbiyesini bitirmiş Sultan Aziz devrinde Saray Hekimliği yapmış 1870 de Askeri tıbbiyenin başına getirilmiş ve  5 Aralık 1888 tarihinde Burgaz Adasında ölmüş cenazesi büyük bir merasimle Kuzguncuk'a getirilip oraya gömülmüştür.Derdini Marko paşaya anlat sözüyle şöhret bulması bazı kimselerin zannettiği gibi dert dinlemesinden değil aksine doğru dürüst bilmediği Türkçesiyle anlaşıldı. fakat ne demek istiyorsun ? sualini sık sık tekrarlayarak dertliyi bıktırıp başından savmasını bilmesindendir.


Üstelik Marko paşaya müracaat eden dertliler şahsi meseleleriyle ona başvuranlar değildirler. Marko paşanın anlaşıldı fakat ne demek istiyorsun sualini tekrarlıyarak başından savdığı kimseler Askeri Tıbbiyede türeyen Jöntürklerden şikayetçilerdir. Müslüman Türk'e düşman şer kuvvetler bilindiği gibi çeşitli vasıtalarla Tıbbiye talebesine çengel atmışlar ve İmparatorluğumuz bünyesine zarar veren fikirleri Masonik yollarla bazı talebeye aşılayıp ilk ittihat ve terakkinin Askeri Tıbbiyede kurulmasını temin etmişlerdir. işte bu başarının Sultan Aziz devrine uzanan kısmında Marko paşa Askeri Tıbbiye başında bulunmuş ve kendisini tanıyanlarca itiraf edildiğine göre Jöntürklere yakın olanları mektebe almış,Hanedandan yana olanların ise Tıbbiyeye girmesine mani olmuş,daha evvel giripte Jöntürklerin faaliyetlerinden şikayet edenleri ise Anlaşıldı fakat ne demek istiyorsun ? tekerlemesiyle  zararsız hale getirmesini becermiştir.


Yazılıp söylendiğine göre Marko paşa Talebenin şikayetini dinler,sonra yukarıdaki tekerlemeyi birkaç defa tekrarlar şayet şikayetçi tekrarladığı bu tekerleme ile bıktırıp başından savamazsa Muhtar Efendi adlı Başkatibini (Muhtar Efendi ünlü doktorlardan celal Muhtar ve Akil Muhtar özden kardeşlerin Babasıdır) çağırıp.
- Bu Efendi birşeyler anlatıyor ama ne demek istiyor diye sorar,Talebe şikayetini birdaha tekrarlar ve yine Marko paşanın Anlaşıldı fakat ne denek istiyorsun sualiyle karşılaşır.Bu hal müştekinin sabrı kadar devan eder,neticede şikayet neticesiz kalırmış.


Marko paşa Jöntürklerce tezkiye edilenlerin Tıbbiyeye girmesini kolaylaştırdığı kadar İmtihanlarda rum talebeye  çok sert Müslümanlara ise mülayim davranmaklada meşhurdur ki bu hali pek manidardır ve bütün bunlardan başka Marko paşa 4 Haziran 1876 Pazar günü Eşekci Ahmed in oğlu Serasker Hüseyin Avni Paşanın öldürttüğü Sultan Abdülaziz Hanın,Bileklerinin damarlarını kesmek suretiyle intihar ettiği yolunda düzenlenen raporu imzalayanlardandır.Daha evvel teferruatiyle incelediğimiz gibi şehid edilen Abdülaziz Hanın cesedi çağrılan yerli yabancı Doktorların muayenesine müsaade olunmadan yalnız bilekleri gösterilmiş böylesine entipüften bir raporu imzalamak istemiyen bazı Doktorlar kılıcına dayanmış bir halde orada bekleyen Eşekci Ahmedin oğlu Serasker Hüseyin Avni paşa tarafından tehdit olunmuş bu arada Marko paşa da Sultan Azizin cesedini görmeden raporu imzalayıvermiştir.


Bu husus Marko paşa Eşekçi Ahmedin oğlu Hüseyin Avni paşanın dostudur da,Abdülaziz Hanın tahttan indirildiği günün gecesinde Marko paşanın Hüseyin Avninin konağında olduğuna dair yıldız sarayı evrakı arasında ele geçen vesikayı İbnülemin Mahmut Kemal Bey tarafından yayınlanmıştır. Hal gecesinde rakı içen Hüseyin Avni paşanın konağında ve belki de içki sofrasında bulunan Marko paşaya haber verin diyerek başka Doktor yokmuş gibi padiğşaha bakmak üzere Marko paşayı çağırtması Hüseyin Avni ile Marko paşa arasındaki dostluğun başka bir tezahürüdür.


Marko paşa Sultan Azizin intihar ettiğine dair hazırlanan rapora cesedi görmeden imzalamakla kalmamış Abdülaziz Hanın güya bilek damarlarını kestiği makası da Tıbbiye Müzesinde saklamıştır ve Masonluğu yanısıra Kızılayında kurucularından olan Marko paşa Ne Derdini Marko paşaya anlat sözüyle nede diğer vazifeleriyle değil, Sultan Abdülaziz Han hakkında düzenlenen entipüften raporu imzalamakla anılmalıdır.İnsanlar bundan sonra herhalde derdini başka yerlerde aramak zorunda kalacaklar,Hepimize dertsiz günler temennisiyle Hoşça kalınız.

Osmanlı Şerbeti

Osmanlının ŞehzadebaşındakiDireklerarası eğlenceleri ve o ünlü vazgeçilmez tatları hernedense bir döneme damgasını vuran şerbetleri, ferahlığın simgesi o limonata meşrubat daha icat olmamışken sokakların ve evlerin baştacı sokak şerbetçilerimizi büyüklerimizden dinliyoruz. Hatta fotoğraflarda görüyoruz. Otantik giyimi ile dolaşarak şerbet diye bağıran ve sırtında kocaman bir ibriği hafifçe eğerek yarım metre mesafeden elinde salladığı bardağa şerbeti ustalıkla boşaltan şerbetciler.


Osmanlıda altın çağını yaşıyan şerbetin Türkler tarafından yaratıldığı ve onbirinci yüzyılda bile meyve sularından hazırlanıp günün her saatinde içilen geleneksel ir içecek olarak ortaya çıktığı belirtiliyor. Günümüzde Ramazan sofralarını süslediğine bakmayın eskiden misafire şerbet ikram edilmezse ayıp olurdu. Biraz Kiraz,Kayısı,İncir,Erik, gibi meyveleri kaynatıp şeker veya bal katarak hazırlanan şerbetler her mevsim özel yöntemlerle verimeden korunan buz yada kar karıştırılarak içilirdi.Birkaç önemli şerbet çeşitlerini saymak gerekirse Portokal şerbeti,Turunç,şeftali,kayısı,Erik,Badem,şerbeti,subye denilen kavun çekirdeği, Nar,kızılcık,çilek,koruk,keçiboynuzu ,Gül,menekşe,yasemin ve demirhindi şerbeti.


Kanuni Sultan Süleyman sıcak bir yaz günü yeniçeri ortalarını ziyaret ve teftiş ederken susamış,soğuk şerbet istemiş ona bir kap içinde soğuk şerbet ikram etmişler.Kanuni de şerbeti içtikten sonra o tası altınla doldurup geri göndermiş. Bu şekilde her o mevsimde padişaha yeniçeri ortalarından bir şerbet dolu tas gönderilmesi ve bunların altınla doldurulup iade edilmesi gelenek olmuş.Temr-i Hindi ( Demirhindi ) şerbetler yaz aylarında özellikle Ramazan aylarında iftar ve sahurda serinletici olarak içilebileceği ve ikram edilebileceği gibi iştah açıcı özelliğiylede yemekle beraber içilebilir. Şimdi gelin Osmanlının en meşhur şerbeti olan Demirhindi şerbetinin tarifini verelim.


 DEMİRHİNDİ ŞERBETİ- Malzemesi 150 gram demirhindi,1,5 kilogram toz şeker,1 litre su ve güler,Osmanlı mutfağının özelliği olarak 41 çeşit baharat----Yapılışı - Su ile Aktardan alacağınız demirhindiyi bir tencereye koyarak kaynatın,kaynamış olan demirhindiyi süzerek elde edilen sıvıyı başka bir kaba alın,kaba alınan demirhindi suyuna yaklaşık 1,5 kg.toz şekeri katarak 1-2 dakika kadar daha kaynatın,kaynadıktan sonra v41 çeşitli baharatı bir çay kaşığı ölçüsünde ekleyin ve 1o dakika kaynasın,daha sonra tencereyi ateşten alarak bir miktar soğumaya bırakın.Yeterli miktarda soğuduktan sonra tekrar bir bezden süzün elde edeceğiniz şerbeti şişelere doldurup soğutum afiyet olsun.


Şerbet kelimesi içmek anlamına gelen Arapça (şoriba) kelimesinden gelir.Şerbet şarap ve şurup Arapça aynı kökenden gelen kelimelerdir. Batılı dillerde kullanılan şerbet kelimesi Türkçeden geçmedir.
Şerbetin Tarihçesi - Yüzlerce çeşidi olan şerbet,modern içeceklerin keşfinden önce özellikle Sıcakdoğu memleketlerinde ferahlatıcı olarak yüzlerce yıldır içile gelmiştir. Başlıca Osmanlı İmparatorluğu döneminde batı medeniyetlerine de ulaşmıştır.Osmanlı devrinde Padişah çocuklarının doğumlarında doğumdan sonra ziyarete gelenlere şerbet dağıtılırdı.Özellikle doğumun üçüncü günü Sadrazama şerbet gönderme adeti vardı.Türlü malzemelerden yapılan şerbetler Altın,Gümüş,yada billur kaplara konur çocuğu ziyarete gelenlere o dairede hizmet eden güzel cariyeler tarafından sunulurdu.


Günümüzde bazı yörelerde çiftlere söz kesildiğinde şerbet içilir.Şerbet içme törenleri yapılır.Bu törenlerde sohbetlere geleneksel olarak ,Şerbetleri ez getir-sofralara tez getir diyerek başlanır,Bazı yörelerimizde de nışanın ertesi günü kız tarafı haberci çıkartarak Ailenin yakınlarını ve hatırlı komşularını şerbet çmeye davet eder,Hatta nikah sonrası,sünnet sonrası şerbet ikram etme geleneğimizi sürdüren yörelerimiz de vardır.Osmanlı döneminde pazar yerleri ve panayırların vazgeçilmez olan ibrikli seyyar şerbetciler günümüzdede turistik bir öge olarak yaşatılmaya çalışılmaktadır.